27 Şubat 2011 Pazar

Nasıl profesör olunur (3)


Taraf, 27 Şubat 2011
13 Şubat 2011 tarihli Radikal İki’de yayımlanan “Nasıl Profesör Olunur” başlıklı yazıma Feride Acar 20 Şubat 2011 tarihli Radikal İki’de cevap verdi. Acar’ın cevabına cevabımdır.
Acar’ın döne döne tekrar ettiği ilk iddia; yazımda kendisine hakaret ettiğim. Yazımı yeniden, defalarca okudum. Tabii ki hakaret filan yok; zaten Acar da şurada hakaret var demek yerine, genel bir “hakaret var” iddiasına sığınmayı tercih etmiş. Hakaret etmedim, etmeyi aklımın ucundan geçirmedim demekten başka yapabileceğim bir şey yok. Aslında, profesörlük başvuru sürecimde yaşananları kamuyla paylaşırken en çok dikkat ettiğim husus, hakaret etmek filan şöyle dursun, kesinleşmemiş, ispatlanamaz herhangi bir bilgiyi kullanmamak oldu. Tahmin edileceği üzere, kullanmış olduğum bu türden ispatlı bilgiden çok daha fazlası çeşitli kanallardan tarafıma ulaştırıldı. Bunların bir tekini bile kullanmaya tenezzül etmedim.
Acar’ın ikinci iddiası; akademik nitelikli bir süreci siyasi bir kavganın parçasıymış gibi gösterdiğim. İdarenin somut, belgeli işlemlerini ve jüri üyelerinin belgeli ifadelerini aktardığım için bir şeyi başka bir şeymiş gibi göstermekle itham edilmem tuhaf, Feride Acar da bilir; Bazı durumlarda facts speak for themselves. Acar inanmayabilir ama basit bir amacım var aslında: Maruz kaldığım haksızlığı duyurmak ve tekrarını önlemek. Derdim, işi siyasi bir kavganın parçası kılmak olsaydı, bunu yapmak hakikaten kolaydı. Bilhassa uzak durdum, halen de uzak duruyorum.
Acar’ın üçüncü iddiası; atama süreçlerinin ODTÜ’de şeffaf süreçlerle gerçekleştiği şeklinde. Bu iddianın gülümsettiği tek ODTÜ’lü olmadığıma eminim. Acar’a ODTÜ’de işler şeffaf görünebilir. Ama benim sorularım da baki: Bu nasıl şeffaf bir süreçtir ki Sosyoloji Bölümü başkanının önerdiği on profesörden tek birine dahi jürimde görev verilmedi de şahsıma yönelik husumeti malum profesörler jürimde yer aldı; bu nasıl şeffaflıktır ki, profesörlük için yaptığım her iki başvuruda da jüri oluşturulma sürecinde bölüm başkanlığı devreden çıkarıldı.
Acar’ın kuvvetle sarıldığı dördüncü iddia da; ODTÜ aleyhine açmış olduğum davayı kaybetmiş olduğum bilgisini gizlediğim şeklinde. Acar unuttu sanıyorum: Temyiz, yargı işinin asli bir parçasıdır ve İdare Mahkemesi’nin aleyhime almış olduğu karar Danıştay’da temyiz edilmiş durumda. Demek ki, ortada tamamlanmış bir hukuki süreç yok. Kaldı ki, almış olduğum hukuki tavsiye, mahkemelerce oluşturulmuş bilirkişi raporlarının yargı süreci devam ederken eleştirilmemesi gerektiği şeklinde. Acar’a bu tavsiyeyi veren olmamış anlaşılan.
Acar’ın mezkûr bilirkişi raporuna atfen serdettiği “daha önce başka isimle yayımlanmış bir yazıyı kendi adımla yeniden bastırdığım” şeklindeki vahim iddia için söylemek istediğim tek şey şu: Ayıptır. Bir arkadaşımın daha önce internette yayımlanmış bir yazısını baz alarak yazdığımız ve her ikimizin de yazarı olarak göründüğü bir metin için bu türden çirkin bühtanlarda bulunmak yakışmıyor. Acar da pekâlâ biliyor ki, yazı yazabilmekle ilgili bir sorunum olmadığı gibi bu türden pespayeliklerle işim olmaz.
Acar’ın bir iki kez tekrarladığı şu etik meselesini konuşmanın da yeri olsa gerek. Anlaşılan Acar ve arkadaşları yazılarımda görülen ve benim de telaffuz ettiğim tekrar meselesinin bir akademik etik ihlali olduğuna kanaat getirmişler. Burada yapmaları gereken tek şey şu olsa gerek: İddialarını ilgili mercilere taşımak. Böylece herkes eteğindeki taşları dökme fırsatını bulmuş olur. Hazır sözü açılmışken, etik meselesine bir katkı da benden olsun. Bildiğim kadarıyla bu işlerdeki temel etik ilke, çıkar çatışması ya da çakışması olan kişilerin jürilerinde yer almamak şeklindedir.
Acar’ın “jürimde görev yapan profesörler, ilgili bilim alanından seçilmedi iddiama” karşı ortaya koyduğu “Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde görevli sosyoloji profesörüyüm” karşı-iddiasını doğrusu anlayamadım. İlgililere sordum onlar da anlayamadı. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde bir sosyoloji anabilim dalı olmadığına göre bu mümkün görünmüyor. Ancak burada esas mesele tabii ki bu değil. Esas mesele şu: ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde çok sayıda profesör varken ve Sosyoloji Bölümü Başkanı da bunlardan beşinin ismini rektörlüğe önermişken niye, nasıl oldu da Siyaset Bilimi Bölümü’nden iki profesör jürime seçildi? Mesele bu! Seçilen profesörlerin çalıştığım alanın uzmanı olduğu söylenemez çünkü bizzat Acar, jüri süreci devam ederken Rektörlüğe gönderdiği dilekçede dosyamı değerlendirebilmek için ilgili ulusal ve uluslararası literatürü taraması gerektiğini bildirmiş; benzer beyanda bulunan başka bir profesör jürimden çekilirken, Acar bu beyanın üzerinden bir ay bile geçmeden raporunu teslim etmiştir.
Acar’ın doçentlik derecemle ilgili kafa karıştırmaya matuf beyanları için söyleyeceğim şu: Doçentlik için yeterli olup olmadığımı doçentlik jürimde görev yapan yakın arkadaşlarına sorabilir.
Acar’ın esas iddiası ise akademik performansımın profesörlük için yetersiz olduğu yolundaki kanaatinin iki esaslı akademik gerekçeye dayandığı şeklinde. Buna göre, Kürt meselesi üzerine yapmış olduğum yayınlarım doktora tezimin tekrarından ibaret, Kürt meselesi haricindeki yayınlarımsa ulusal ve yan-bilimsel dergilerde yayımlanmış olduğu içindir ki Acar akademik performansımın profesörlük için yetersiz olduğuna kani olmuştur. Aslında, meselenin esası tam da bu: Her iki akademik gerekçenin tümden mesnetsiz olmasındadır ki, profesörlük başvurumun akademi-dışı mülahazalarla reddedildiğini savunuyorum.
İlk gerekçeyle başlayayım. Acar’a göre, Kürt meselesi üzerine yaptığım bütün yayınlar 1994′te tamamladığım doktora tezimden türetilmiş, orijinal olmayan çalışmalardır. (“Mübarek, nasıl bir doktora tezi yazmışsam on beş senedir beni idare etmiş” deyip övünmek de var ama…). Şimdi, Kürt meselesi üzerine yazdıklarımı doğru düzgün okuyan birisi bu iddianın mesnetsizliğini hemen fark edecektir. Devlet Söyleminde Kürt Sorunu başlığıyla kitaplaştırmış olduğum doktora tezim, adından anlaşıldığı üzere devletin Kürt meselesine dair dilini ve algısını inceliyor ve dönem itibarıyla da 1980′e kadar olan zamam kapsıyor. Kürt meselesi üzerine yaptığım diğer yayınları okuyan biriyse şunları hemen görecektir. Bu yeni çalışmalarda, 1. Devletin 1980 sonrası algısını, 2. Devlet dışı aktörlerin (sol, milliyetçilikler, sıradan yurttaşlar) meseleyi nasıl algıladığını, 3. Devletin Kürt meselesi etrafında takip ettiği ve Kürtlerle de sınırlı kalmayan vatandaşlık uygulamalarını 4.2000′lerin başında Kürt meselesinin seyrinde yaşanan büyük kopuşu analiz etmeye çalıştım. Dolayısıyla, Kürt meselesi üzerine yaptığım yayınları doktora tezimin referanslarının şişirilerek tekrar edilmesinden ibaret görmek için hakikaten ya izan duygusunu kaybetmiş olmak gerekir ya da özel mülâhazalara sahip olmak.
İkinci gerekçeye gelince, öncelikle, Acar’ın burada yapmış olduğu revizyonun altını çizmek isterim. Kürt meselesi haricindeki yayınlarım için Acar’ın jüri raporundaki tesbitleri esas olarak şunlardı: “Yeterince çeşitlenmiş değil” ve “hakemli olmayan dergilerde yayımlanmıştır”. Oysa şimdi, Acar bu iki gerekçeden vazgeçip, bunlar ulusal ve yarı bilimsel yayınlardır demeyi tercih ediyor. Önce bu revizyona neden mecbur kalındığını açıklayayım. Radikal İki’de yayımlanan yazıda da gösterdiğim gibi Kürt meselesi üzerine olmayan çok sayıda yayınım var ve dolayısıyla yayınlarımın çeşitlenmemiş olduğu iddiası doğru değil. Kürt meselesi üzerine olmayan yayınlarım şunlar: “Yurttaşlığın Diyalektiği, Yurttaşlığın Trajedisi”, “İmparatorluk: Eksik Bir Manifesto”, “Yurttaşlık ve Türklük”, “Sendikalar ve Kadın Sorunu: Kurumsal Gelenekler ve Cari Zihniyetler”, “Radikal Demokrasiden Liberal Demokrasiye: Geçiş(sizlik)ler”, “Tarihsel Materyalizmden Hegelyan Diyalektiğe, Hegelyan Diyalektikten Postmodern Farka: Orhan Pamuk Romanları”, “Türk Tarih Yazımında Türk Tarih Tezi”, “Bilginin Sosyolojisi, Sosyolojinin Bilgisi”, “Kemalizm ve Hegemonya:?”. Yayınlar bunlar ve başlıklar da gösteriyor ki Kürt meselesi haricinde yurttaşlık, kadın sorunu, demokrasi kuramları, Kemalizm, edebiyat incelemesi gibi çeşitli alanlarda yayınlarım var. Bu yayınların ikisiToplum ve Bilim, biri Amme İdaresi Dergisi, biri Feride Acar’ın da hakemleri arasında olduğu Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, biri de İletişim Yayınları’nın referans mahiyetindeki Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce dizisinde yayımlanmış. Şimdi, Türkiye’de sosyal bilimlerle ucundan kıyısından haşır neşir olan birisi bile bilir ki bunlar memleketin ender hakemli ve saygın yayınlan arasındadır. Nitekim, durum bu olduğundadır ki, Feride Acar da “Kürt meselesi haricindeki yayınları hakemli olmayan dergilerde yayımlanmış” iddiasından vazgeçmiş görünüyor. Bu kez de diyor ki, “Kürt meselesi haricindeki yayınlan ulusal dergilerde yayımlanmış yan-bilimsel çalışmalardır”. Kürt meselesiyle ilgisi olmayan “Citizenship and Ethnicity” başlıklı yazımın yayımlandığı Middle Eastern Studies Acar nazarında ulusal yayın olmuş gitmiş. Yarı-bilimsellik iddiasına gelince. Pek çok kez basılmış, çokça okunmuş, hakem onayından geçmiş ve hem ulusal hem de uluslararası çokça atıf almış yayınlar için yarı-bilimsel sıfatını kullanmak da izan duygusunun yitirilmesiyle alakalı olsa gerek. İyi bir sosyal bilimci, akademik cemaatin belirgin bir biçimde onayladığı yayınlar için “yarı-bilimseldir” gibi cüretkâr iddialarda bulunmaktan uzak durmak gerektiğini bilir.
Feride Acar’ın “yetersizlik” için gösterdiği akademik gerekçelerin mesnetsizliğini bir kez daha gosterebildim sanıyorum. Son olarak, bu mesnetsizlikten dolayıdır ki, Acar’ın yetersizlik tartışmasının açılmasından şikâyet etmeye hakkının olmadığını düşünüyorum. Niyetim, Acar’a yönelik genel bir yetersizlik iddiasında bulunmak değil, beni yetersizlikle itham edenlere cevap vermekti.
Hâl budur!
Mesut Yeğen

Nasıl profesör olunur (2)

Taraf, 21 Şubat 2011
Bu yazıyı öncekiyle beraber 1 Şubat’ta Radikal İki’ye gönderdim. Editörler her iki yazıyı yayımlamak üzere kabul ettiler. Ancak ilk yazı yayımlandıktan sonra, 17 Şubat günü Radikal İki editörleri bu yazının yayımlanmayacağını bildirdi. Niyesi malum!
ODTÜ Sosyoloji Bölümüne 2006 senesinde yaptığım profesörlük başvurumun reddedilme hikayesini geçen hafta (Radikal İki’de) yazdım. 2008 yazında ODTÜ rektörü değişti. Bunun üzerine 2008 sonbaharında profesörlük için yeniden başvurdum. Sosyoloji Bölümü ve dekanlık başvurumu uygun bulup rektörlüğe gönderdi. Ancak rektörlük, önceki başvurumla ilgili davayı geri çekmediğim takdirde, yeni kadro ilan etmeyeceğini bölüm başkanına bildirdi. Cevaben, rektörlüğün davamı geri çekmem yolundaki talebinin hukuki dayanaktan yoksun olduğunu ve talebim olan kadro açılmadığı takdirde Sosyoloji Bölümünde açılacak ilk profesörlük kadrosuna başvuracağımı bölüm başkanına, dekana ve rektör Ahmet Acar’a bizzat söyledim. Nitekim, 2009 başında Sosyoloji Bölümünde bir profesörlük kadrosu açılması için yazışmalar başladı. Bunun üzerine bölüm başkanına, profesörlük kadrosu talebinde bulunduğumu, bölümün kadro talebi yaparken bu durumu göz önünde bulundurması gerektiğini hatırlattım. Ancak bölüm başkanı Kayhan Mutlu, yazılı olarak, rektörlüğün kendisine “2 aday var ama ben diğer adayı uygun gördüm” dediğini bildirdi ve talebimi reddetti.
Neticede, 2009 Haziranında Sosyoloji Bölümü için bir profesörlük kadrosu ilan edildi ve yasal hiçbir engel olmadığı için ben de başvurdum. Bu arada, bölüm başkanı Kayhan Mutlu emekli oldu ve fakat dekanlık takip eden altı ay boyunca Sosyoloji Bölüm başkanlığı için seçim sürecini bir türlü başlatmadı. Bu durum, ilan edilen profesörlük kadrosu için atanacak jürinin oluşturulmasında Sosyoloji Bölüm başkanlığını devreden çıkardı.
Buraya kadar olan biten ODTÜ yönetiminin mevzuat ve teamüle uymamak yolundaki kararlılığını gösteriyordu. Yasal hiç bir gerekçe olmadığı halde yeni kadro ilan edilmesi için önceki başvurumla ilgili yargı sürecini sonlandırmam istenmiş, bölüm başkanlığına açıkça diğer adayın tercih edildiği şeklinde görüş bildirilmiş ve nihayet Sosyoloji Bölüm başkanlığı seçimi yaptırılmayarak jüri oluşturulmasında bölümün dahil olmasının önüne geçilmişti. Bütün bu durum, neyin yaşanmakta olduğunu yeterince gösteriyordu.
İkinci dava
Nihayet, rektörlük, 2009 Ekimi’nde jüri raporlarına atfen profesör olamayacağıma ikinci kez hükmetti. Bu ikinci kararı da yargıya götürdüm. Rektörlükçe mahkemeye sunulan evrak şunları gösteriyor. Başvuru dosyamı incelemek üzere kurulan jüri, önceki başvurumda olduğu gibi Sosyoloji Bölümü başkanlığının görüşü alınmadan oluşturulmuş. Rektörlükçe oluşturulan bu yeni jüride ikisi Boğaziçi, biri Sabancı, biri Bahçeşehir Üniversitesi, sonuncusu da ODTÜ’de görev yapan beş profesöre görev verilmiş.
Bu beş kişilik jüride yer bulan ilk dört üye, profesör olabilmek için gerekli şartları haiz olduğumu bildirmiş, bunlardan biri aynı kadro için başvuruda bulunan diğer adayla benim aramda seçim yapmayı uygun görmemiş, diğer üçü ise seçim durumunda oldukları için diğer adayın ilan edilen profesörlük kadrosuna atanmasını önermiştir. Jüride yer bulan beşinci profesör, ODTÜ Sosyoloji Bölümünden Sencer Ayata ise profesör olamayacağıma hükmetmiştir.
Beş rapor, iki kanaat
Dosyamı inceleyip profesörlüğü hak ettiğime hükmeden dört profesörün yazdığı raporlarla Sencer Ayata raporu arasındaki örtüşmezlikler kayda değer. İlk örtüşmezlik biçimsel: Profesörlüğü hak ettiğime hükmeden ilk dört rapor toplam 9 (dokuz) sayfa iken, profesörlüğü hak etmediğime hükmeden Sencer Ayata raporu tek başına 21 (yirmi bir) sayfa. Bu biçimsel örtüşmezlik içerik örtüşmezliğinin de habercisidir.
Profesörlüğü hak ettiğime hükmeden profesörlerin çalışmalarım hakkındaki bazı tespit ve kanaatleri şöyle: “1999’da yayınlanan kitabı, konuya yeni bir kuramsal bakış acısı getirmesi nedeniyle, bir klasik eser vasfını kazanmıştır”; Devlet Söyleminde Kürt Sorunu başlıklı kitabı sadece Kürt sorunu konusunda değil, aynı zamanda kavramsal-yöntemsel açıdan çok önemli bir katkı olarak nitelendirilmelidir”;
“iki İngilizce makalesi Türkiye’de belli başlı üniversitelerde verilen bütün siyaset sosyolojisi derslerinde temel okuma listelerinde yer almaktadır”; “the Turkish State Discourse and the Exclusion of Kurdish Identity” başlıklı makalenin Türkiye’de Kürt sorununa getirdiği orijinal teorik bakış açısı son on yıl içinde Kürt çalışmalarının istikametini belirlemiştir”; “çalışmaları Türkiye’de Kürt sorunu dendiğinde ilk akla gelen, en önemli ve temel referansları oluşturmaktadır”; “üst düzeyde bilime katkı yapabilecek donanıma sahip bir bilim insanı[dır]”; “Kürt sorununun Türkiye’de sosyal bilimler ışığı altında tartışılmasına önemli katkılarda bulunan saygın bir entelektüeldir”; “yayımladığı bilimsel makale ve kitaplar siyaset sosyolojisi alanında önemli katkılardır”; “Kürt sorunu etrafındaki çalışmaları iyi araştırılmış, derinliğine düşünülmüş katkılardır”; “[çalışmaları] akademik literatür için önemli bir kaynak oluşturmuş, ayrıca üniversite dışı okuyucular için de anlaşılabilir fakat sorumlu ve sofistike bir perspektif geliştirmiştir”.
Burada tekrarlamaktan mahcubiyet duyduğum bu tespit ve kanaatlere karşı profesörlüğü hak etmediğime hükmeden 21 sayfalık Sencer Ayata raporu ise husumet ve karalamalarla bezelidir. Yayınlarımın büyük kısmının doktora tezimin tekrarından ibaret olduğunu iddia eden Ayata, çalışmalarımın “nicelik bakımından son derece yetersiz, nitelik bakımından zayıf, normatif” eserler olduğunu iddia etmektedir. Ayata raporuna göre, Kürt meselesi üzerine yazdığım metinlerde görülen ve ikinci kitabımın önsözünde bizzat belirttiğim tekrarlar durumu, doktora tezi sonrasında yeni bir şey yazmamış olduğumu göstermektedir.
Bu tespitleri Ayata’nın yayınlarımı belirli bir kasıtla okuduğunu göstermektedir. Kürt meselesi üzerine yazdıklarım doğru düzgün okunursa, doktoradan doçentliğe kadar yazdıklarımın devletin Kürt meselesini 1980’e kadar nasıl algıladığına, doçentlik sonrası yayınlarımın ise bu algının 1980 sonrası biçimlerine ve Kürt meselesinin sadece devlet değil milliyetçilikler, sol ve sıradan yurttaşlar tarafından nasıl algılandığına odaklandığı görülür. Keza, doğru düzgün bir okuma yapılırsa, British Council ve Türkiye Bilimler Akademisinden aldığım burslarla 2002 yılında İngiltere’de yaptığım araştırmaların ardından, esas olarak Cumhuriyet dönemince takip edilen yurttaşlık siyasetiyle uğraştığım ve bu alanda yayınlar yaptığım görülür.
Sencer Ayata, bu türden bir doğru düzgün okuma yapmak yerine, şahsıma karşı geliştirmiş olduğu husumetin çekiciliğine kapılmayı tercih etmiş görünüyor. Öyle ki, hakemli, saygın dergilerde yapmış olduğum ve hem yurt içinde hem de yurt dışında pek çok üniversitede okutulan yayınlarım Ayata’nın nazarında, “sosyolojik hiçbir özelliği olmayan”, “kitap eleştirisi mahiyetinde” yayınlar olabilmiştir.
Bu 21 sayfalık rapora benzer uzunlukta bir karşı-raporla cevap vermeyi başka bir zamana ve zemine bırakıp şunu söylemekle yetineyim. Önceki yazımda Ayşe Ayata ve Feride Acar raporlarına verdiğim cevaplar Sencer Ayata raporu için de aynen geçerlidir. Aslında, Sencer Ayata’yla aynı jüride yer almış olan diğer dört profesörün çalışmalarım hakkındaki tespit ve kanaatleri Ayata raporuna karşı kendiliğinden bir cevap oluşturuyor sanırım.
Olan biten
2009 başvurumun reddediliş hikayesi de böyle. Hikayenin hem idari hem de akademik veçhesi skandallarla dolu. İdari veçhedeki skandalları bir kez daha sıralamak isterim. ODTÜ idaresi, yasal hiçbir engel olmamasına rağmen yeni bir profesörlük kadrosu açılması talebimi rektörlük aleyhine açtığım ilk davadan vazgeçmem şartına bağlamış; açılan bir profesörlük kadrosuna ben de dahil iki aday başvurmuşken Sosyoloji Bölüm başkanına diğer adayı uygun gördüğünü bildirmiş; oluşturulacak jürinin belirlenmesinde Sosyoloji bölüm başkanının görüşünü almamak için boşalan bölüm başkanlığına altı ay boyunca atama yapmamış; ilgili mevzuat, oluşturulacak beş kişilik jürinin ikisinin üniversite içinden atanmasını öngörürken sadece bir üyeyi üniversite içinden atamış; bu bir üyenin de, Sosyoloji Bölümünde çok sayıda profesör bulunmasına rağmen, bir önceki profesörlük başvurum hakkında olumsuz rapor yazan Ayşe Ayata’nın eşi ve aynı kadroya birlikte başvurduğumuz diğer adayla ortak çalışmaları olan Sencer Ayata olmasına karar vermiş; aynı kadroya birlikte başvurduğumuz diğer adayın profesör olarak atandığı günün ertesi gün Sosyoloji Bölüm başkanlığı seçimlerini yapmış ve bu yeni profesörü bölüm başkanı olarak atamış; diğer adayın, profesörlük başvuru şartları arasında sıralanan öğrenci değerlendirmelerinde ilk yüzde seksenlik dilimde olma şartını karşıladığını gösteren evrakı, istenmesine rağmen, mahkemeye sunmamıştır.
Akademik veçhedeki skandalsa şu: başvuru dosyamı değerlendiren ikisi Boğaziçi Üniversitesinde görevli ikisi de daha önce bu üniversitede görev yapmış dört profesör profesörlük unvanını hak ettiğime hükmederken, ODTÜ Sosyoloji bölümü profesörü Sencer Ayata 21 sayfalık karalamalarla dolu bir raporla profesör olamayacağıma hükmetmiştir.
İki başvurumun ardından enteresan bir akademik tablo oluşmuş görünüyor. ODTÜ’de görev yapan Ayşe Ayata, Feride Acar ve Sencer Ayata profesör olamayacağıma, buna karşılık Boğaziçi Üniversitesinde görev yapan ya da yapmış dört jüri üyesi profesör olabileceğime hükmetmiştir.
Hal budur!
Şehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Nasıl profesör olunur?

Radikal İki, 13 Şubat 2011
2547 sayılı yasaya göre doçentlik unvanını aldıktan sonra en az beş yıl profe­sörlük kadrosuyla ilgili bilim alanında çalışmış ve ilgili alanda uygulamaya yönelik çalışmalar ve uluslararası orijinal yayınlar yapmış olmak gerekiyor. 15 yıl çalıştığım ve profesörlük başvurumun iki kez reddedildiği ODTÜ’nün kriter­leri daha yüksek. ODTÜ Sosyoloji bölümünde profesör olabilmek için asgari dört uluslararası, dört ulusal yayın yapmış, en az üç tez yönetmiş, öğrenci değerlendirmelerinde ilk yüzde 80′lik dilimde ve bütün bu alanlardan en az 150 puan toplamış olmak gerekiyor.
Yine mevzuata göre profesörlük başvuruları, ilan edilen kadronun bilim alanıyla ilgili ve en az üçü üniversite dışından olmak üzere, beş profesörden oluşturulacak bir jüriye gönderiliyor. Yerleşik teamül de şu: Rektörlük, başvurunun yapıldığı bölüm başkanlığından 10 profesör ismi isteyip başvuru dosyasını bu 10 isim arasından seçilen beş kişilik bir jüriye gönderiyor.
Mevzuat ve teamül
Doçentlik unvanını aldıktan beş yıl sonra, 2006′da beş uluslararası, 15 ulusal yayın yapmış, sekiz tez yönetmiş, öğrenci değerlendirmele­rinde ilk yüzde 80′in içinde yer almış ve toplam 238 puan toplamış olarak ODTÜ Rektörlüğüne kadro ilanı için başvurdum. Rektörlük, dosyamı inceledikten sonra, ODTÜ tarafından istenen şartları yerine getirdiği­me hükmederek, Haziran ayında profesörlük kadrosu ilan etti. Ben de başvurdum.
İlgili teamül gereği gelen talep üzerine, zamanın bölüm başkanı Sibel Kalaycıoğlu daha önce de ODTÜ Sosyoloji bölümü profesör­lük atamalarında görev yapmış 10 profesörün ismini rektörlüğe gönderdi. Bu aşamaya kadar, her şey mevzuata ve teamüle uygun işlerken tuhaf şeyler olmaya başladı.
Haziran 2006′da ODTÜ’de ilan edilen profesörlük kadrolarının atamaları birkaç ay içinde tamamlanırken, başvurum jüri raporları tamamlan­madığı gerekçesiyle bir türlü sonuç­landırılmadı, Rektörlükle defalarca konuşup bir sonuç alamayınca, geciktirme işlemi hakkında dava açtım. Bunun üzerine, başvurumun üzerinden 16 ay geçtikten sonra, Ekim 2007′de profesörlüğe atanma­yacağım bildirildi. Rektörlüğün bu işlemi hakkında açtığım ikinci dava mucibince mahkemeye gönderi­len işlem evrakı, profesörlüğe niye atanmadığımı pek güzel açıklıyor. Özetleyerek aktarıyorum.
İşlemler
Mahkeme evrakından anlaşılan o ki, ODTÜ Rektörü Ural Akbulut başvuru dosyamı Sosyoloji bölümü başkanının önerdiği 10 isim arasın­dan seçilecek beş kişilik bir jüriye göndermek yerine bambaşka bir beş kişilik jüriye göndermiş.
Jürinin bu biçimde oluşmuş olması şunları gösteriyor. Başvuru dosyam, mevcut teamül hiçe sayı­larak, ikisi emekli olup biri de çalış­ma alanı uyuşmadığı gerekçesiyle çekilen toplam sekiz jüri üyesine gönderilmiş, ancak Sosyoloji bölü­münün önerdiği 10 isimden tek bir tanesi bile bu sekiz kişilik jüriye da­hil edilmemiş. Yine mevcut teamül hiçe sayılarak, 10 profesörü bulunan ODTÜ Sosyoloji bölümünden tek bir profesör jürimde görevlendiril­memiş. Mevzuatın ‘jüri ilan edilen kadronun bilim alanıyla ilgili beş profesörden oluşturulur’ hükmüne rağmen, Sosyoloji bölümü için yap­tığım başvuru ikisi siyaset bilimi, biri gazetecilik, bir diğeri de iktisat bölümlerinde görevli dört profesöre gönderilmiş. Başvuru dosyamı de­ğerlendiren beş profesörün hiçbiri ODTÜ Sosyoloji bölümü profesör atamalarında daha önce görev yapmamış. Bütün bu hal, başvu­ru dosyamı değerlendirmek için oluşturulan jürinin hem mevzuata hem de teamüle aykırı biçimde özel bir mülahazayla oluşturulmuş olduğunu gösteriyor.
Jüri raporları
Mahkeme evrakı, dosyamı incele­yen beş profesörden birinin profe­sör olabileceğime, diğer dördünün ise olamayacağıma hükmettiğini gösteriyor. Profesör olamayacağıma hükmeden jüri üyeleri şunlar: Ayşe Ayata (ODTÜ Siyaset Bilimi), Feride Acar (ODTÜ Siyaset Bilimi), Mustafa Erkal (İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi) ve Korkmaz Alemdar (Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi). Profesör olamayacağıma hükmeden jüri mensuplarının gerekçeleri özetle şöyle. Ayşe Ayata raporunda iki esas gerekçe öne sürülüyor. İlk gerekçe­ye göre, yayınlarım daha çok Kürt sorunu hakkında yazdığım doktora tezimden üretilmiş olup bazı yayınlar birkaç yerde birden aynen yayımla­mıştır. İlkiyle bağlı ikinci gerekçeye göre de, yaptığım yayınlar Kürt meselesi üzerine yoğunlaşmış olup yeterince çeşitlenmiş değildir.
Feride Acar raporunun gerekçe­leri de benzer. Acar da yayınlarımın birbirinin tekrarı olduğunu ve Kürt meselesi haricinde pek çalışma yap­madığımı iddia ediyor, ancak ekliyor: Kürt meselesi haricinde yapmış olduğum az sayıda yayın da hakemli olmayan dergilerde, derlemelerde ve bildirilerde yer almıştır.
İki buçuk sayfalık Korkmaz Alemdar raporu ise ilk iki sayfasında yayınlarımın adlarını sıralıyor, kalan iki paragrafta da (biri hariç) çalışmalarımın doğrudan ya da dolaylı olarak Kürt sorununa ayrılmış olduğunu ve ampirik veriye dayalı olmadığını iddia ederek profesörlük için yetersiz olduğuma hükmediyor.
Etnik kimliğimi, doğum yerimi değerlendirme konusu yapan Mus­tafa Erkal raporu ise zatıma ilişkin veciz sıfatlarla dolup taşıyor, Bu veciz sıfatlardan birkaç güzide örnek vereyim: “Etnik asabiyet gösteren”, “ilkel etniklik yapan”, “devlete sa­dakatsiz”, “anti-Türk ve anti-devlet yaklaşım gösteren” vb.
Cevap veriyorum
Profesörlük unvanını hak etme­diğime hükmeden jüri mensupları­nın gerekçeleri özetle böyle. İlk elden söyleyeceğim şu: Bu gerekçelerin tümü, hepsi birden en hafif tabirle mesnetsiz. Tek tek gideyim.
Yayınlarımın büyük kısmının doktora tezimden türetilmiş olduğu gerekçesiyle başlayayım. Başvu­ru dosyamda yaklaşık 20 senedir üzerine çalıştığım Kürt meselesi hakkında yapılmış çokça yayın var, bu doğru. Ama iki doğru daha var, jüri üyelerinin görmekten imtina ettiği. İlk doğru şu: Kürt meselesiyle doğrudan ya da dolaylı ilgisi olmayan dokuz yayınım var: ‘Yurttaşlığın Diyalektiği, Yurttaşlığın Trajedisi’, ‘İmparatorluk: Eksik Bir Manifesto’, ‘Yurttaşlık ve Türklük’, ‘Sendikalar ve Kadın Sorunu: Kurumsal Gele­nekler ve Cari Zihniyetler’, ‘Radikal Demokrasiden Liberal Demokrasiye: Geçiş(sizlik)ler’, ‘Tarihsel Mater­yalizmden Hegelyan Diyalektiğe, Hegelyan Diyalektikten Postmodern Farka: Orhan Pamuk Romanları’, ‘Türk Tarih Yazımında Türk Tarih Tezi’, ‘Bilginin Sosyolojisi, Sosyolojinin Bilgisi’, ‘Kemalizm ve Hegemonya:?’
İkinci doğru da şu: Kürt me­selesiyle ilgili yayınlarımın pek çoğu doktora tezimden türetilmiş metinler değil. ‘Türk Milliyetçiliği ve Kürt Sorunu’, ‘Yahudi Kürtler ya da Türklüğün Yeni Hudutları’ ve ‘Türkiye Solu ve Kürt Sorunu’ gibi yazılarım doktora tezim gibi Kürt meselesi hakkında olmakla bera­ber, her birinin ana meselesi dokto­ra tezimin ana meselesinden farklı. Bu yazıların, çok değil referansları­nın bile incelenmesi, 1994′te kabul edilen doktora tezimde kullanılanın haricinde yığınla yeni malzemeyi kullandığımı gösterir.
İkinci gerekçe ise yayınlarımın yeterince çeşitlenmemiş olduğu. Kürt meselesiyle ilgisi olmayan do­kuz yayınım bu iddianın mesnetsizliğini yeterince gösteriyor. Başlıkla­rından dahi anlaşılacağı üzere, Kürt meselesinin haricinde yurttaşlık, kadın sorunu, demokrasi kuramları, Kemalizm, edebiyat incelemesi gibi çeşitli alanlarda yayınlarım var.
Feride Acar’ın “Kürt meselesi haricinde yaptığım yayınlarımın hakemli olmayan dergilerde ve derlemelerde yapılmış olduğu” şeklindeki özel iddiası ise açık bir bühtan. Kürt meselesi haricindeki yayınlarımdan bazılan Amme İda­resi Dergisi, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi ile Toplum ve Bilim gibi hem ODTÜ hem de başka üniversitelerce hakemli olduğu kabul edilen dergilerde yayımlandı. Aynı şekilde, bu çalışmaların bir kısmı da İletişim Yayınlarınca hazırlanan ve başvuru kaynağı niteliğindeki derleme çalış­malarda yer aldı.
Öte yandan, rektörlük evrakı Feri­de Acar örneğinde ilginç bir duruma işaret ediyor. Dosyamın gönderildiği profesörlerden biri çalıştığım alanda yayınının bulunmadığı gerekçesiyle jüri üyeliğinden çekilirken, aynı du­rumda olduğunu rektörlüğe gön­derdiği yazısında beyan eden Feride Acar, değerlendirme yapabilmek için ilgili ulusal ve uluslararası literatürü taraması gerektiğini bildirmiş ancak bu beyanın üzerinden bir ay bile geç­meden raporunu teslim etmiş, Feride Acar’ın bu kadar kısa bir sürede ve onca işi arasında bu taramayı nasıl gerçekleştirmiş olduğu benim için esrarını koruyor.
İki buçuk sayfalık raporunun iki sayfasında başvuru dosyamdan aldığı yayın listemi aynen aktaran Korkmaz Alemdar’ın biri hariç bütün çalışmalarımın doğrudan ya da do­laylı olarak Kürt sorununa ayrılmış olduğu ve ampirik veriye dayalı olmadığı iddiaları da mesnetsiz. Enteresandır, Alemdar raporunda Kürt meselesi haricinde yayınımın olmadığı iddiası, Kürt meselesiyle il­gisi olmayan dokuz yayınımın adları yazıldıktan hemen sonra yer alıyor. Bu da iddianın sadece mesnetsizliğini değil, ciddiyetsizliğini de gösteri­yor. Alemdar raporunun, çalışma­larımın ampirik veriye dayanmadığı şeklindeki ikinci iddiası da ilki kadar mesnetsiz. Çalışmalarımda kullan­dığım meclis görüşme tutanakları, anayasa metinleri, kurumsal dokümanlar, gazete haberleri sıra­dan ampirik veri kaynaklarıdır ve günümüzde bilimsel araştırmalarda yaygın olarak kullanılır.
Etnik kimliğimi, doğum yeri­mi değerlendirme konusu yapıp etnik asabiyet göstermek, ilkel etniklik, devlete sadakatsizlik gibi veciz ithamlarda bulunan Mustafa Erkal raporuna cevap yetiştirmeye çalışmak elbette nafile bir iş. Lakin, şunu söylemeden edemeyeceğim: Aydınlar Ocağı başkanınca ilkel etniklikle itham edildim ya, bu da bana dert olsun!
Kim yetersiz?
Profesörlük başvurumun reddedilmesine dayanak oluştu­ran jüri raporlarının çalışmalarım hakkındaki yetersizlik iddialarının mesnetsizliğini gösterebilelim sanı­yorum. Akademik performansımın profesörlük için (Feride Acar’a göre doçentlik için de) yetersiz olduğunu öne süren bu dört profesörün akade­mik performansına dair enteresan bir notla bitirmek isterim. Başlarken belirttiğim üzere ilgili genel mevzuat profesör olabilmek için uluslararası düzeyde orijinal yayınlar yapmış ol­mayı, ODTÜ mevzuatı ise ilave olarak Social Science Citation Index (SSCI) tarafından taranan dergilerde yayın yapmayı şart koşuyor. 2007′de yap­tığım tarama, profesör olamayaca­ğıma hükmeden bu dört profesörün SSCI tarafından taranan dergilerdeki yayın sayılarını şöyle veriyordu: Ayşe Ayata 0 (sıfır), Feride Acar 0 (sıfır), Korkmaz Alemdar 0 (sıfır) ve Musta­fa Erkal 0 (sıfır). Hal budur!

Kadınlar Ayrımcılığı Anlatıyor


Hülya, Saime, Filiz, İpek, Nermin ve Sinem... Yaşları, meslekleri, geçmişleri farklı bu kadınların ortak noktaları, cinsiyetleri nedeniyle karşılaştıkları ayrımcı uygulamalardan rahatsız olmaları...
Adıyaman - Uçan süpürge
30 Ağustos 2004, Pazartesi
"Aile içinde erkeklere daha çok özgürlük veriliyor. İşyerinde de bu durum devam ediyor. Toplantılarda sözümüz ciddiye alınmıyor, kararlar, bize sormadan alınıyor. İşyerlerinde bazı sorunlar yaşayan arkadaşlarımın eşleri devreye girdiğinde, meseleler halloldu. Erkek personele farklı davranıyorlar, bize farklı..."
Hülya, işyerinde karşılaştığı ayrımcı uygulamaları böyle anlatıyor. O bir hemşire, 35 yaşında.
Saime ise avukat, 31 yaşında. O da iş hayatında karşılaştığı ayrımcı uygulamalardan şikayetçi. "Bir erkek meslektaşımla çalışıyorum ve müvekillerimizin çoğu bana, ortağımın sekreteriymişim gibi davranıyor" diyor.
Filiz, İpek, Nermin ve Sinem de toplumsal hayatın hemen her aşamasında "ayrımcılığın" farklı yüzleriyle karşılaştıklarını söylüyorlar. Ortak noktaları, kadın olmaları, "cinsiyet ayrımcılığı"na maruz kalmaları.
"Herkes olduğu gibi kabul edilse..."
Onların "Ayrımcılık nedir? Hiç ayrımcılığa uğradınız mı?" sorusuna verdikleri yanıtlar şöyle:
İpek (20, Üniversite Öğrencisi): Ayrımcılık iki farklı durumu, konumu, farklı açılardan değerlendirme, farklı kefelere koymaktır. Ben Doğulu ve Alevi olmamdan dolayı ayrımcılığa uğradım. Türk olmama rağmen, sırf Doğulu olduğum için Kürt olduğum söylendi.
Cinsiyet ayrımcılığıyla da kaldığım öğrenci yurdunda karşılaştım. Kadın kimliğimizden dolayı bize daha farklı ve sıkı kurallar uygulanıyor. Oysa benimle aynı yurtta kalan erkekler için bu kurallar farklı. Ailemde ve çevremde de ayrımcılıkla karşılaştım. Örneğin, fazla gezemiyorum. Hemen şunu söylüyorlar: "Çok gezen tavuk ayağıyla pislik getirir."
Ayrımcılıkla karşılaşmak hoş bir şey değil. Herkes olduğu gibi kabul edilmelidir. Herkesin yaşam tarzı, kültürü, değerleri olduğu kabul edilmeli ve ayrımcılık olmamalıdır.
"Sakalı olanın sözü geçiyor"
Hülya (35, Hemşire): Ayrımcılık, diğer kişilerden farklı görünmek ve farklı davranmaktır. En çok kadın olmamdan dolayı ayrımcılığa uğradım. Öncelikle aile içinde ayrımcılık söz konusu. Erkeklere daha çok özgürlük veriliyor.
İşyerinde de bunun devam ettiğini görüyorum. Toplantılarda hemşirelerin söylediği ciddiye alınmıyor. Bizden habersiz servislerimiz değiştirildi. Bir arkadaşım bu problemi kendisi halledemedi, eşi gidip hastane yönetimiyle görüştü, istediği yere verdiler. Aynı şekilde, başka arkadaşların da işleri, eşler gidip görüşünce halloldu. Erkek personele farklı davranıyorlar, bize farklı davranıyorlar.
Aile içinde de oluyor ayrımcılık. Anne-babalar kendilerine kızlarının bakacağını söylüyorlar. Yaşlılıkta bizi sigorta olarak görüyorlar. Ama miras söz konusu olduğunda kızlar miras alamıyor. Bu durum benim çok zoruma gidiyor. Bizim toplumumuzda 'sakalı olanın' sözü geçiyor.
"Elbise beğenme hakkımız bile yok"
Filiz (35, Öğretmen): En çok uğradığım ayrımcılık, cins ayrımcılığıdır. Ben Siirt'te yaşıyorum. Siirt'te Arap nüfusu çoğunlukta. Kürtler Araplar tarafından çok aşağılanıyor. Alevi olmamdan dolayı da çok ayrımcılığa uğradım.
Cinsiyet ayrımcılığına ise her zaman uğruyorum. Kadın olmamdan, anne olmamdan dolayı çok kötü şeyler yaşıyorum. İstediğim gibi hareket edemiyorum. Yaptığım tüm işlerde çocuklarım bana ayak bağı oluyor. Siirt'te yaşayan kadınların ise hiçbir hakkı yok! İnan ki o kadınlar kendileri için bir elbise beğenme hakkına bile sahip değiller!
"İkram erkeklere, işler kadınlara"
Nermin (34, Memur): Ayrımcılık deyince aklıma ilk gelen, kadın-erkek ayrımı, yani cins ayrımcılığı oluyor. Ayrımcılığa çok uğradım. Özellikle de bir dönem Yozgat'ta çalışırken. Toplumumuzda cins ayrımcılığını her yerde görmek mümkün. Belki size çok basit gelebilir ama bir düğünde, toplantıda, taziyede erkeklere hep öncelik verirler, erkekler hep ön plandadır. Yemekler ve tüm ikramlar önce erkeklere yapılır. Nedense işler de hep kadınlara kalır. Çocukların bakımı da yine kadınlara kalıyor.
Sinem (20, Öğrenci): Ayrımcılık, bir nedenden dolayı birisine çok kötü davranmak, dışlamaktır. Ben yurt dışında yaşıyorum. Oralarda Türklere iyi davranılmıyor. Örneğin, Türklere ev verilmiyor, çok gürültü yapıyorlar diye.
Aile içinde de cins ayrımcılığı yapılıyor. "Kız başına nereye gidiyorsun?" gibi sorularla sık sık karşılaşmak mümkün. Ama ben genel olarak yapılan ayrımcılıkları takmıyorum. Yapılanlar ve söylenenler beni etkilemiyor.
"Ortağımın sekreteriymişim gibi..."
Saime (31, Avukat): Ayrımcılık, kişinin dili, dini, cinsiyeti veya herhangi bir toplumsal gruba mensubiyeti vb. nedenlerle farklı bir statüye tabi tutulmasıdır.
Yaşamın her aşamasında değişik nedenlerle ayrımcılığa uğradığım oldu. Kürt kökenli olduğum için Türkçe'yi sonradan öğrendim. İlkokul yıllarımda başarılı bir öğrenci olmama rağmen, bozuk şivem nedeniyle alay konusu olduğum zamanlar da oldu. Herhangi bir dini inancım yok. Bu nedenle her Ramazan ayı benim için kabusa dönüşür. Lokantaların çoğu kapanır veya çok kötü hizmet verir.
Şu anda avukatlık yapıyorum. Oldukça düzgün konuşuyorum ama bu kez de cinsiyete dayalı ayrımcılığa uğruyorum. Erkek bir meslektaşımla birlikte çalışıyorum ve müvekkillerimizin çoğu bana ortağımın sekreteriymişim gibi davranıyor. Yaşadığım yerde bunu kırmak oldukça zor.(BB)

26 Şubat 2011 Cumartesi

Şişman kadın güzel değildir


Milliyet, 22 Ekim 2009
Baharda çıkacak “Zenci Poposu” DVD’siyle ilgili iddialı konuşan Ebru Şallı’dan şişman kadınları kızdıracak sözler: “Şişman olan ‘ben güzelim’ dememeli!
PİLATES dersi verdiği eşinin spor salonundan Etiler’deki bir salona transfer olan Ebru Şallı öğrencileriyle buluştuğu ilk dersinde spor yapmayan şişman kadınları eleştirdi. Şallı bir soru üzerine “Şişman kadın bence güzel değil. Hiçbir erkeğin kilolu kadından hoşlanacağını sanmıyorum. Fit olmak önemli. Bence güzel kadın spor yapan kadındır” dedi. 

Dinsel ayrımcılığa karşı 'Yüreğine Sor'


Radikal, 16/03/2010

19. yüzyılın sonlarında Karadeniz'de geçen 'Yüreğine Sor' adlı son filminde, Müslüman Esma ile gizli Hıristiyan Mustafa'nın aşkı üzerinden dinsel ayrımcılığa dikkat çeken yönetmen Yusuf Kurçenli, dinsel ayrımcılığa karşı aşktan yana tavır koyduğunu söylüyor



MÜJGAN YILDIRIM
İSTANBUL - ‘Karartma Geceleri’, ‘Gramofon Avrat’ gibi filmlerle tanınan Yusuf Kurçenli, uzun bir aradan sonra çektiği ‘Yüreğine Sor’da kamerasını götürüp memleketi Rize’de dağların orta yerine koyuyor. Bunca yıldan sonra kendine, çocukluğuna döndüğü için de bu filmi ‘ilk filmim’ olarak tanımlıyor. Bir üçlemenin ilk filmi olan ‘Yüreğine Sor’da Kurçenli , dinsel ayrımcılığa karşı çıkışı aşk üzerinden işliyor. Tuba Büyüküstün, Kenan Ece, Hakan Eratik, Ayla Algan’ın rol aldığı film, 19. yüzyılda Karadeniz’de yaşayan müslüman Esma ile gizli Hristiyan Mustafa’nın aşkını anlatıyor. Bu aşkın en büyük engeli din farkıdır. Kurçenli’ye göre izleyiciler de bu filmde aşktan yana olacaklar.

10 filminiz var ama ‘Yüreğine Sor’u ‘ilk filmim’ olarak tanımlıyorsunuz. Neden?
Evet, böyle bir duygum var. İlk filmler genelde insanların otobiyografik filmleri olur. Anıları, yaşadıkları, özel heyecanları, sevgileri, korkuları. ‘Dondurmam Gaymak’ sanıyorum Yüksel (Aksu) için böyle bir filmdir. ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ Ahmet (Uluçay) için böyle bir filmdi. Nuri Bilge (Ceylan) de böyle yaptı. Bir şeyi dışa vurmak... İnsan kendisine ve geçmişine dönüyor. Ben böyle bir şeyi ancak bu filmimde yapabildim de ondan ilk.

‘İlk film’ için neden bu kadar zaman beklediniz?
Bütünüyle kendime dair bir hikaye oluşturamadım. Karadeniz’e ve oraya ait motifler diğer filmlerime sızdı kuşkusuz. Birçok insan ‘Karadenizlisin, neden oraya ait bir film yapmıyorsun?’ diye soruyordu. Çocukken duyduklarıma, hayal meyal hatırladıklarıma, kulağıma fısıldanmış şeylere, zamanla, bilgilendikçe yeni anlamlar verdim ya da onlar yeni anlamlar kazandı. Burdan bu hikaye doğdu. 19. yüzyılda Karadeniz, Ortadokslarla Müslümanların birlikte yaşadıkları bölge. Bizim orada ahır altına gidilmez, çünkü ‘ineğe nazar değer’ denir. Orada ahırın içerisinde bir şapel olabileceği düşüncesine gittim, çünkü bir dönem insanlar kendi dinlerini saklayıp Müslümanmış gibi gözükmüşler, bu safi ekonomik nedenlerle de olabilir. ‘Ölü yıkayıcılığı’ diye bir kurum vardı. İmamın yanı sıra bir de ölü yıkayan insanlar vardı. Onların, belki de Hıristiyan, yani sünnetsiz olanların imam tarafından görülmesini engelleyen bir fonksiyonları vardı. Bu bir varsayım tabii ki... Bu film bir üçleme... ‘Yüreğine Sor’ ilki, ikincisinin de senaryosu hazır ‘Kahramanlık Günleri’, üçüncüsü de ‘Kendine Yolculuk’ diye günümüze kadar gelen bir film. Böylece üçleme tamamlanacak. Yani üç tane ‘ilk film’ yapacağım.

Son yıllarda Karadeniz ön plana çıkmaya başladı. Müzikte Kazım Koyuncu, Volkan Konak, Mircan... Yeşim Ustaoğlu’nun filmleri ‘Bulutları Beklerken’, ‘Pandora’nın Kutusu’, Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ı derken, Semih Kaplanoğlu Altın Ayı kazandığı ‘Bal’ı sizin filminiz gibi Çamlıhemşin’de çektı...
Karadeniz bir parça ihmal edildi bence. Karadeniz hem kültür hem de coğrafya olarak Türkiye’nin kendine özgü, canlı renkleri olan bir yöre. Dolayısıyla tüm sanatlar için elverişli bir zemin oluşturuyor. Ama çok yüzeysel, sömürmek üzere kullanıldı. Sinemada Temel-Dursun, kahraman kız vb şekilde algılandı. Elbette bunların içinden söz ettiğiniz filmler çıktı ve yeni ele alışlar oldu. Bundan sonra da böyle devam edecek. Ama hafif espriyle karışık, Karadeniz’de zor film çekmek. Çünkü ben 45 gün kaldım, her gün yağmur mu yağar. Arazinin yokuşluğu bir yana...

Ne yaptınız peki?
Çok kızdım Karadeniz’e... Çok zorlandık gerçekten ve çekim bittiğinde güneşli günler başladı.

Sizin Karadeniziniz nasıl bir Karadeniz?
Ben kendi kahramanlarımı anlatabilirim. Çok coşkulu insanlar, çok samimiler. Genelde kararlı olacak kadar hain değiller, bu sularda olan insanlar. Benim filmimdeki insanlarım; mutlu, iyi niyetli, iyi horon tepiyorlar, aşık oluyorlar...

Bölgeden insanlar kullandınız mı filmde?
Çok kullandım... Benim kasabam Çayeli. Fındıklı, Ardeşen kasabalarından da çok sayıda insanın emeği geçti. Çok sahiplendiler. Yağmur, çamur demeden geldiler, döndüler, beklediler. Güzel şeyler yaptılar, filme yakıştılar. Onların filmi, 100 sene gecikerek yapılıyordu. Ama sonuçta o insanların hikayesiydi ve dolayısıyla filme çok yakıştılar.

Filmi Karadeniz’de çekmiş olmanız filme neler kattı?
Öykü orada geçiyor, oraya özgü... Bunun dışında müthiş bir coğrafyası var. 45 gün yağmuru boşuna yemedik. O yeşillik başka türlü olmuyor. Her 2 kilometrede bir vadi var, derinlik, deniz ve folklor... Kemençe, tulum, ağız mızıkası... Çoktan unutulmuş, horonda var olan ağız mızıkasını kullandım. Çok yakışıyor. Tuluma bayılıyorum. Çocukluğumda dinledim çok. Bir tulum sesi duyunca insanlar hemen bir horona başlıyorlar. Bizim filmde de sık sık ara vermek zorunda kaldık. ‘Ya çocuklar bu bir çekim’ diyorduk. Karadeniz yaylası bir başka. Dünyanın damında gibisiniz. Bulutların aşağıdan gelmesi, ki yöredekiler ‘Duman geliyor’ diyorlar, muhteşem bir görüntü. Zaten bizim hikayemizde de duman, bulut üzerine çeşitlemeler var.

Ne hissettiniz oraya gidince, kendi memleketindeki bir hikâyeyi anlatyor olmak ayrı bir yükümlülük de getiriyor insana...
Elbette konu kritik. Bütün içtenliğim ve aklımla meseleye yaklaşmaya çalıştım. Filmde hassas dengeler var. Kötülük varsa bu dine ait bir şey değildir; Ortodoks ya da Müslümanlık diye ayrılmaz. İnsanı ele almaya çalıştım. Din üzerinden değil. Kritik bir noktaydı, dindarları da üzmek istemedim, bunu da başardığımı düşünüyorum. Ancak Karadeniz’de bu filmin bir tartışma açacağını düşünebiliriz. Sonuçta 4-5 kuşak öncesinin Hıristiyan olmasına bile razı değiller. Bunu kendine yakıştıramıyorlar, aşırı taraftarlık gibi. Film sonuç olarak ayrımcılığa karşı. Aşkın önündeki engellere karşı bir film. Aşktan yana. Dolayısıyla buradaki engel de din faktörü.

Aşk aslında burada bir metafor gibi...
Evet aslında aşka yakından bakıyoruz . Tırnak içinde ‘esas oğlan’ ve ‘esas kızı’ seviyoruz, onlarla ağlayıp gülüyoruz ve filmde onlarla yol alıyoruz. Aşkın önündeki engel bizim de engelimiz haline geliyor. Dolayısıyla aşk hikayesi anlatılırken ayrımcılığa karşı duruyoruz. Seyirci aşıkların arasındaki engeller hep kalksın ister, buradaki engel de din ayrımcılığı, bu da ortadan kalksa iyi olur. Filmin özellikle Yunanistan’da gösterilmesini istiyorum. Mübadeleyle buradan gidenler, gelenler. Bu yüzden filmde Rumca türküler, kelimeler var. İki toplumdan araya farklı tatlar yerleştirdim.

Rumca türküler dediniz, filmin müziğiyle ilgili özel bir çalışma yaptınız bildiğim kadarıyla...
Ayşenur Kolivar. Çayelili müzik araştırmacısı. Filmin müziğini ona emanet ettik. Bir de Ayşe Önder var, Ayşenur’la paslaşarak birlikte müzik üzerine çalıştılar. Filmde çok türkü var. Çünkü bir yerde toplanıp örneğin mısır soyarken, çay toplarken türkü söylüyorlar. Ağıt, ninni var. Bunlardan kalkarak film müziğine ulaştık, yani sağlam zemine basma avantajı vardı ve bunun da iyi kotarılması gerekiyordu. Ayşenur’la Ayşe çok güzel öneriler getirdiler. Hatta müzikler yüzünden sahneyi uzattığımız oldu. Filme, bir jest olarak Şevval Sam da katıldı, bir türkü söyledi. O da biliyorsunuz bir fahri Karadenizlidir.

Terfi İçin Namaz

yıl 1991 yer şişli end.mes.lisesi,milli savunma dersine giren bir albay'ın ağzından dökülenler,okulumuzda namaz kılan öğretmen ve öğrenciler için bir mescit mevcuttu ve Allah kabul etsin bende arkadaşlarımın da destek olması sayesinde mümkün olduğunca namazlarımı kılmaya çalışıyordum,bir öğle namazı sırasında milli savunma dersine giren hocamız olan ismini hatırlayamadığım albay(dersin adı tam olarak bumuydu onuda hatırlamıyorum) mescidin kapısından girip namaza durdu,haliyle biz öğrenciler şaşırdık zira bir subayı namaz kılarken görmemiştik.kendisi sert mizaçlı biri olduğundan kimse onunla bir samimiyet kuramamıştı,fakat zamanla ilerleyen samimiyet sonrası oğlunun da subay olduğunu,kendisinin namaz kılması yüzünden emekliliğe ayrılması yönünde baskılar olduğunu ve oğlununda bu baskılar yüzünden ordudan ayrılıp ticarete atıldığını anlattı...
bu anlattıklarıma senaryo diyebilirsiniz,hikaye,roman yada ordumuzu karalama çabaları diyebilirsiniz,fakat şunu bilinki beni tanımıyorsunuz ve ben en çok yalan söylemekten korkarım,anlattıklarım o albayın ağzından çıkanlardır,onun söylediklerine tek kelime eklemedim...
3 Haziran 2009, Xmurat, http://forum.memurlar.net

'Sen Alevisin, günaha girmek istemiyoruz'

Birgün, 4 Ocak 2011
ZEYNEP KURAY

Dersimli Taylan Çakır İnegöl'de bulunan özel bir dersanede
Biyoloji öğretmenliği yapıyordu. Çakır, Alevi ve Kürt olduğu için dershanede hakarete maruz kalarak kovulduğunu söyledi. 2009-2010 Eğitim ve Öğretim Yılı’nda dersanede çalışmaya başladığını belirten Çakır, bir yıllık eğitim süresi boyunca Alevi kimliğinden dolayı sürekli ayrımcılığa uğradığını söyledi. Dershane müdürünün öğretmenler odasına gelerek, ‘Kutlu Doğum Haftası’ nedeniyle merkezden gönderilen duaları öğretmenler arasında paylaştıracağını söylediğini hatırlatan Çakır, farklı bir inançtan olduğunu belirtmesine rağmen, bunun kendisine dayatıldığını savundu.

SÜREKLİ DAMGA YEDİM

Dershane’ye dini kitap satmak için gelen bir yayın evi temsilcisinin kitap satmasına itiraz edince de söz konusu kişinin ona “Dinsiz misiniz?” diye sorduğunu ifade eden Çakır, “Ben de Alevi olduğumu söyledim. Bunun üzerine dershane öğretmenlerinden K.U. Alevilerin ve Şiilerin sapık olduğunu söyledi. Alevi olduğum öğretmenler ve yöneticiler tarafından bilinmesine rağmen sürekli ‘sapık’ damgası yedim, bu sıkıntıları idareye bildirmeme rağmen herhangi bir çözüm bulunmadı” diye konuştu.
DERSHANE MÜDÜRÜ: BU OLAYLARA KARIŞMA!
Bursaspor- Diyarbakırspor maçının oynandığı süreçte maçta yaşanan gerginliğin dershane öğrencilerine de yansıdığını anlatan Çakır, şu iddiada bulundu: “Bir grup öğrenci Muş nüfusuna kayıtlı Kürt kökenli C. S. isimli dershane öğrencisini dövdü. Kavgayı ayırıp öğrencileri müdür odasına götürdüm. Müdürün karşısında saldırıyı yapan öğrenciler ‘En iyi Kürt; ölü Kürttür, bu yüzden dövdük’ dediler. Müdür A.Y. bana bu tarz olaylara karışmamamı söyledi, saldırı yapan öğrencileri disipline sevk etmedi”  Çakır “Tüm öğretmenler maaşını gününde alırken, benim maaşım ‘Müdür onayı ile verilecek çünkü siz farklısınız’ diye hep geç ödendi” diye konuştu.

SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDU
2010 yılının Mayıs ayında dershane genel müdür yardımcısı olan T. T.’nin kendisiyle görüştüğünü belirten Çakır, “Benim iyi bir öğretmen olmama rağmen huzuru bozduğumu, öğretmenler odasındaki sinerjiyi aksattığımı, yaratılmak istenen sinerjinin toplu sohbetler ve namaz kılma olduğunu, benim buna uymadığımı, öğretmenler ve şube müdürünün Alevi biriyle aynı ortamda çalışmanın günahını artık taşımak istemediğini belirtti. Bunun üzerine yaşadıklarımı kısa bir özet şeklinde BİMAR’a yazdım. Yapılan inceleme sonucu şu anda soruşturma açılmış durumdadır” şeklinde konuştu.  Çakır ayrıca Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Milli Eğitim Bakanlığı’na başvuruda bulundu.

ALEVİ ÖRGÜTLERİNDEN SERT TEPKİ
İnegöl Özel Kültür Dershanesi'nde çalışan Biyoloji öğretmeni Taylan Çakır’ın Alevi kimliğinden dolayı hakaretlere maruz kalarak işten çıkartılmasına Alevi örgütleri sert tepki gösterdi. Aleviler, olayın ‘münferit’ olmadığını vurgulayarak, bu ırkçı ve ayrımcı zihniyetin gücünü AKP iktidarından aldığını vurguladı.

Bursa İnegöl’deki Özel Kültür Dershanesi'nde Biyoloji öğretmeni Taylan Çakır’ın Dershane yöneticileri tarafından ''Aleviler ve Şiiler sapıktır. Seni Alevisin, Alevi biriyle çalışıp günaha girmek istemiyoruz'' denilerek işten atılmasına Alevi örgütleri sert tepki gösterdi. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, cemaatlerin sadece camilerini ayırmadıklarını belirterek, ''Mahallelerini, plajlarını, okullarını, dershanelerin de ayırdılar. Kendi anlayışları çerçevesinde küçük gettolar yaratıyorlar. Bunun en çarpıcı örneği de Alevi olan Öğretmen Taylan Çakır'ın başına gelenlerdir. Bu olay yurt düzeyinde kimi yurttaşların AKP'nin Alevi ve Kürt 'Açılımı'ndan ne anladıklarının da bir örneğidir” dedi.

İstanbul Şahintepe’de yaratılan provokasyona da değinen Balkız, ‘'Açılımlar adı altında bizleri birbirimizden ayırmak isteyen bu zihniyete karşı şu kritik günlerde halkların kardeşliğine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var Alevi Bektaşi Federasyonu olarak Taylan Çakır'a yapılan bu saldırının baştan beri takipçisi olduk ve olmaya devam edeceğiz” dedi.

‘HÜKÜMET AYRIMCILIĞI DESTEKLİYOR’

Türkiye'de yıllardır Alevi ve Kürt kimliğine karşı ayrımcılık yaşandığını hatırlatan Pir Sultan Abdal Derneği Genel Başkanı Feyzi Gümüş ise bu toplumsal ayrımcılığın AKP iktidarı tarafından desteklendiğine dikkat çekti. Bunun en önemli örneklerinin ise; Alevilere dayatılan zorunlu din dersleri, Diyanet İşleri Bakanlığının varlığı ve Erdoğan'ın miting meydanlarında attığı nutuklarda olduğunu ifade eden Gümüş, ''Erdoğan'ın Alevilerin katlinin vacip olduğunu söyleyen Ebu Suud'u resmen övüp göklere çıkartması esas Alevi açılımın arkasındaki değişmeyen zihniyeti göstermiştir. Irkçı ve ayrımcı yaklaşımın nereden beslendiği bu cümlelerde saklıdır ve yapılan açılımların ne kadar da samimiyetsiz olduğunun göstergesidir'' diye konuştu.

‘MÜNFERİT DEĞİLDİR’
Biyoloji öğretmeni Taylan Çakır’a yapılanın bir mahalle baskısı veya münferit bir olay olmadığının altını çizen Pir Sultan Abdal Derneği Genel Başkan Yardımcısı Kemal Bülbül ise “Her konuda mahalle baskısı olarak geçiştirdikleri olaylar aslında gücünü Türk-İslam sentezci bakış açısından almaktadır. Alevi ve Kürt halkına yapılan bu hakaretler bir tesadüf ya da münferit olaylardan ibaret değildir bunlar planlı ve programlıdır'' dedi.

Cemaatlerin kontrolündeki dershanelerin ve market zincirlerinin aynı çatı altında arttığına dikkat çeken Bülbül’de bu saldırıyı yapanların AKP’den güç aldığının altını çizdi. Bülbül, Alevi örgütleri olarak Çakır’ın hukuk mücadelesini sonuna kadar destekleyeceklerini ifade etti.

Esarette bile Kürtlere ayrımcılık

Hakkari'nin Yüksekova ilçesine bağlı Dağlıca (Oremar) bölgesinde 22 Ekim'de çıkan çatışmada pkk tarafından esir alındıktan sonra bırakılan ve 10 Kasım'da tutuklanarak Van Askeri Cezaevi'ne gönderilen 8 asker hakkında hazırlanan iddianame tamamlandı. Askerler hakkında onlarca yıl hapis cezası isteyen askeri savcı, Mardinli er Ramazan Yüce için ise ömür boyu hapis cezası istedi. Savcının bu talebi orduda Kürt askerlere yönelik ayrımcılığı da bir kez daha ortaya koymuş oldu.

13-01-2008, ahsahttp://www.oyundayiz.biz/forum

Akademi


DİLEK KURBAN
Radikal, 26/02/2011
Türkiye'de akademik özgürlüğün yokluğunun vebalini sadece YÖK'e yüklemek, oldukça kolaycı ve risksiz bir yaklaşım.
Türkiye’de akademik özgürlüğün önündeki en temel engelin YÖK olduğu söylenir. Şüphesiz, darbe anayasasının ürünü olan bu kurumun, gerek gayrimeşru varlık sebebi gerekse donatıldığı olağanüstü yetkilerle üniversitelerin üzerinde kurduğu tahakküm nedeniyle, akademik özgürlük ile bağdaşır tarafı yok. Öte yandan, Türkiye’de akademik özgürlüğün yokluğunun vebalini sadece YÖK’e yüklemek, oldukça kolaycı ve risksiz bir yaklaşım. Bugün yapılması daha önemli ve elzem olan, akademik özgürlüğün önünde bir engel olarak akademinin kendisine bakmak olacaktır. Acaba, yöneticileri ve öğretim üyeleriyle Türkiye akademisi, akademik özgürlüğün gereklerine ne derece riayet ediyor? 

Gündemimizi Ortadoğu’daki demokratikleşme hareketlerinin meşgul ettiği bugünlerde, hak ettiği ilgiyi görmeyen bir tartışma yaşandı Radikal II’nin sayfalarında. Mesut Yeğen’in Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü’nce oluşturulan akademik jüri tarafından profesör atamasının yapılmamasına dair yazısına, bu jüride yer alan ODTÜ öğretim üyesi Feride Acar’dan bir yanıt geldi. Yeğen’in yazısının ikinci bölümü Taraf’ta çıktı. Kimilerine göre, belki de, bir üniversitedeki bir öğretim üyesinin akademik kariyerine ilişkin kişisel bir anlaşmazlıktan ibaret olan bu hikâye, aslında, Türkiye’de akademi, siyaset ve yargı ilişkisi üzerinden akademik özgürlüğün önündeki yapısal engelleri açık yüreklilikle tartışmamız için önemli bir fırsat.
Akademi ve yargı
Yeğen’in aktardıkları, ‘münferit’ bir olay olarak görülemez. Akademik çalışmaları, siyasi duruşları ve hatta kimlikleri nedeniyle sistemle ters düşen akademisyenlere dair örnek çok. Yelpazenin bir ucunda, Pınar Selek gibi, herhangi bir akademik kuruma bağlı bulunmayan ‘evsizler’ duruyor. Bir araştırma çerçevesinde PKK militanlarıyla mülakat yaparak çizgiyi aşan Selek, kendisini hizaya getirecek veya ona himaye sağlayacak bir akademik kurumun yokluğunda, karşısında bizatihi devleti buldu.
Selek’in evsizler, sokak çocukları ve transbireylerle yaptığı atölye çalışmaları, onun, alışıldık akademisyenlerin aksine, topluma değmesine, görünür olmasına ve bu ‘tehlike’ arz etmesine yol açtı. Böylesi bir akademisyene uygulanacak en uygun sansür, yaptırımların en ağırı, ceza hukuku olmalıydı.
Devletin ehlileştirmeyi bizzat üstlendiği Selek gibi uç örneklerin dışındaki akademisyenlerin ait olduğu ‘akademi’ dünyasında ise ehlileştirme rolü üniversitelere düşüyor. Tezleri, araştırmaları kamuoyunca görünür olmadığı için devletin gözünden kaçma tehlikesi olan akademisyenlerin polisliğini üniversiteler üstleniyor. Bu kişilerin ehlileştirilmelerinin aracıysa, yargılama yerine, türlü çeşit baskı yöntemi: Sansür, idari soruşturma, terfi etmeme, tez iptali, disiplin cezası vs. Bu durum, akademisyenlerin büyük çoğunluğunun, sistemle ters düşmemek adına, gönüllerinden geçen araştırmaları yapabilmek için profesör unvanını almayı beklemelerine yol açıyor. Akademik kariyerde yükselmenin bir jürinin onayından geçmeyi gerektirdiği, jüri üyelerinin adayın çalışmaları, siyasi duruşu ve hatta etnik kimliği dikkate alınarak özel olarak seçilebildiği bir dünyada, bu ‘içselleştirilmiş sansür’, anlaşılabilir.
Öte yandan, bir ayağı baştan razı olunmuş otosansüre, diğer ayağı akademik hayatın her veçhesine nüfuz etmiş bir sansür mekanizmasına dayanan bu sisteme karşı gelmeyi seçen bir azınlık da var. Daha doktora tezi aşamasından başlayarak Kürt sorunu hakkında çalışma yapmayı göze alan az sayıdaki akademisyenin, meslektaşları eliyle nasıl cezalandırıldığı, bu cezaların yargı tarafından nasıl onandığı, ‘bilimsel tarafsızlık’ ile ‘hukukun üstünlüğü’ ilkelerinin nasıl uyumla uygulandığı önümüzdeki yazıların konusu.
Düzeltme: Bir önceki yazımda Kürtçe bir kelimenin yazımı ve anlamında hata yapmışım. Doğrusu, “sözünde duran” anlamına gelen “Sozdar” kelimesiymiş, “sözünü tutan kadın” anlamına gelen “Sözdar” değil. Bu hataya dikkatimi çeken okuruma teşekkür ederim.