25 Şubat 2011 Cuma

Bir 'Yabancı' laştırma Hikâyesi:

TESEV
Giriş
Türkiye’nin Cumhuriyet ile yaşıt olan  ‘azınlık sorunu’,  Lozan Antlaşması’nın imzalandığı 1923 senesinden bu yana ülkenin temel siyasi meselelerinin başında yer almaktadır. Lozan’la kurulan rejim gereğince ulusal hukukta azınlık statüsü kazanan Türkiyeli Gayrimüslimler, bu statünün ima ettiği ve, imtiyaz esasına değil, Müslüman halk ile eşitlik esasına dayanan bir dizi bireysel ve kolektif hak edinmiştir. Gayrimüslimlere kendi eğitim, sağlık, din ve hayır kurumlarını kurma ve yönetme, kendi kaynakları ile açacakları ve idare edecekleri özel okullarda anadillerinde eğitim görme gibi haklar tanıyan Lozan’ın imzalanmasının temel nedeni, imparatorluktan cumhuriyete geçişte büyük bir demografik kayba uğrayan Gayrimüslim nüfusu korumaya almaktı. Osmanlı döneminde nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Gayrimüslimler,  özellikle 1915 Olayları ile 1923 Nüfus Mübadelesi sonucunda büyük bir nüfus kaybına uğramıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan Batılı devletler, kurulmakta olan cumhuriyet yönetimine, geride kalan az sayıda Gayrimüslim nüfusu korumaya alması için baskı yapmış, Ankara Hükümeti’ni Müslüman olmayan vatandaşlarına yasal ayrıcalık tanımak zorunda bırakmıştır.
Netice olarak, Lozan’dan sadece üç  ay sonra kurulan cumhuriyet yönetimi, sınırları  içerisinde kalan Gayrimüslim nüfusa oldukça gönülsüz olarak da olsa azınlık statüsü vermiş, antlaşmada tanınan hakları koruyacağına dair bağlayıcı yasal taahhütler altına girmiştir. Yaşadıkları ağır nüfus kaybı sonucunda ekonomik güçlerini de büyük ölçüde yitiren Gayrimüslimler açısından, Lozan’da edindikleri azınlık hakları, bu topraklarda yaşamaya ve kültürlerini, dinlerini ve dillerini yaşatmaya devam edebilmelerini sağlayacak bir can simidi olarak büyük önem taşımıştır. Ancak, Lozan’dan çok kısa bir süre sonra, devletin vermek zorunda bırakıldığı hakları uygulama niyetinin aslında olmadığı ortaya çıkmaya başlamıştır. 1926 tarihli Medeni Kanun’dan sonraki tasarruflar ve bir dizi yasa ve uygulamayla Lozan’da verilen haklar çeşitli istisnalara, sınırlamalara ve koşullara tabi tutularak budanmış,  çoğu zaman uygulamada yararlanılamaz hale getirilmiştir. Bu durum, Yunanistan ile Türkiye arasında Kıbrıs krizinin yaşandığı 1960lardan itibaren artık bir devlet politikası haline gelmiş, Lozan’ın ihlali değil antlaşmaya riayet bir istisna olmuştur.
1930lardan itibaren, Türkiye sınırları içerisinde kalan az sayıdaki Gayrimüslimin de ülkeyi terk etmek zorunda bırakılması veya doğrudan buna zorlanması apaçık bir devlet politikası olarak ortaya çıkmıştır. 1934 Batı Trakya Olayları’ndan 1942 Varlık Vergisi’ne, 6-7 Eylül 1955 Olayları’ndan 1964’te Yunanistan pasaportu taşıyan Rumların sınır dışı edilmesine kadar bir dizi ayrımcı yasa ve uygulamalar ile hedeflenen, ülkenin Gayrimüslimsizleştirilmesi olmuştur. Bu süreçte, cemaat vakıfları kritik bir önem taşımıştır. Osmanlı hukuku ve devlet geleneğinin Türkiye’ye mirası olan cemaat vakıfları, Gayrimüslimlerin toplumsal hayatlarını düzenleyen, din, eğitim, sağlık ve hayır kurumlarını ayakta tutmalarını sağlayan kurumlar olarak varoluşsal bir işlev görmekteydi. Bu vakıflar aynı zamanda, sahip oldukları arazi ve gayrimenkul gibi taşınmaz mülklerle paha biçilmez değerde bir serveti yönetmekteydi. İşte bu servet, cemaat vakıflarının devletin Gayrimüslimlere yönelik politikalarında kritik bir nesne olarak öne çıkmasına yol açmıştır. Gayrimüslim cemaatlere vakıfları üzerinden yapılan baskı politikalarının tasarlanması ve uygulanmasında Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) başta olmak üzere bürokrasi kritik bir rol üstlenmiştir. Öte yandan, cemaat vakıflarının tapulu taşınmazlarının hukuk dışı yollarla ellerinden alınmasına yönelik 1936 Beyannamesi ve mazbut vakıf gibi uygulamalar bürokrasi tarafından geliştirilmiş ve yürütülmüşse de, yargı eliyle yasal meşruiyet kazanmıştır. En alttaki idare mahkemelerinden en üstteki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na kadar bütün bir yargı sistemi, cemaat vakıflarına yönelik hukuka aykırı uygulamalara hukuk kılıfı sağlayarak bu süreçte aktif ve etkili bir rol üstlenmiştir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB)  üyeliği sürecine girmesiyle, cemaat vakıflarına yönelik bu devlet politikasının sürdürülebilirliğinin mümkün olamayacağı ortaya çıkmıştır. Cemaat vakıflarının mülkiyet sorunu, Avrupa Komisyonu’nun yıllık ilerleme raporlarında hükümetin karşısına çıkmış, ülkedeki yeni demokratikleşme sürecinde yasal haklarını aramak için gerekli cesareti bulabilen Gayrimüslim vakıfların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açtığı davalar 7I. Giriş nedeniyle büsbütün acil bir boyut kazanmıştır. Bürokrasinin cemaat vakıflarının mallarına el koyması eskisi kadar kolay olmadığı gibi, hükümetin de el konan malların iadesi veya tazmini konusunda etkili yasal adımlar atması gerekmiştir. Nitekim, 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), cemaat vakıflarının mülkiyet başta olmak üzere çeşitli sorunlarına çözüm getirebilmek amacıyla, Vakıflar Kanunu’nda bir dizi değişiklik yapmış, nihayet Şubat 2008’de yeni bir Vakıflar Kanunu’nu yürürlüğe koymuştur. Reformlar, cemaat vakıflarına yeni mal edinmek, malları üzerinde tasarrufta bulunabilmek ve ellerinde kalan malları isimlerine tescil ettirmek gibi son derece önemli yeni haklar sağlamıştır.  Öte yandan, gelinen noktada, sorun hala bütünüyle çözülebilmiş değildir. Çözümsüz kalan en büyük sorunsa, el konulan malların tamamının iade edilmesi ve üçüncü kiilere geçmiş mallar için tazminat ödenmesidir.
Bu raporun amacı, cemaat vakıflarının mülkiyet sorununun Osmanlı’dan bugüne dek izlediği serüveni aktarmak ve AB sürecinde kabul edilen yasaların sorunu çözmekte ne derece etkili olduğuna dair bir değerlendirmede bulunmaktır. Raporun geri kalan bölümleri şu şekilde sıralanmıştır: İkinci bölümde, Gayrimüslim cemaat vakıflarının mülkiyet sorunlarının tarihsel arka planını aktaran bir değerlendirme yer almaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulan vakıf sistemi ve bu sistemin bir parçası olan cemaat vakıflarının kuruluşuna dair kısa bir girişin ardından, 1923 Lozan Antlaşması ile oluşturulan azınlık rejimi ele alınmakta, Lozan ile cemaat vakıflarına tanınan hak ve özgürlüklerin bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Üçüncü bölümde, Türkiye’nin Lozan’dan bu yana izlediği azınlık politikalarının cemaat vakıflarının mülkiyet hakları üzerindeki izdüşümü ele alınmakta, bu bağlamda 1926 Medeni Kanunu, 1930 Belediyeler Kanunu, 1935 Vakıflar Kanunu, 1936 Beyannamesi uygulaması ve cemaat vakıflarının mazbutaya alınması gibi yasa ve uygulamalar irdelenmektedir. 1960lardan itibaren, 1936 Beyannamesi ile mazbut vakıf uygulamaları adı altında izlenen cemaat vakıflarına ait taşınmazlara el konulması politikaları, somut örnekler üzerinden tartışılmaktadır. Dördüncü bölümde, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde cemaat vakıflarının sorunlarını çözmeye yönelik geliştirilen yasal mevzuatın bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Bu reformların yetersizliği nedeniyle AİHM’ye intikal eden davalara dair bir inceleme ise beşinci bölümde yapılmaktadır. Altıncı bölümde AB sürecinde gerçekleştirilen reformların cemaat vakıflarının sorunlarını çözmekte neden yetersiz kaldığı ele alınırken, yedinci ve son bölümde Gayrimüslim vakıfların süregelen mülkiyet sorunlarının çözümüne dair somut öneriler sıralanmaktadır. Raporun eklerinde ise, cemaat vakıflarının el konulan taşınmazları ile mazbutaya alınan cemaat vakıflarının listesi yer almaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder